29 Ocak 2013 Salı

TRABZON....

Bu aralar o kadar cok Trabzon'a gidiyorum ki içimden burayı yazmak geldi,Trabzona iki sene önce cok sık giderdik ve burada 2 gün yatı yapardık,bu yüzden bu şehri ve insanlarını yakından tanıma fırsatım oldu. Hepimizin bildiği Pontus Rum İmparatorluğunun merkezi ki neredeyse 200 yıl sürmüş bu imparatorluk, Fatih Sultan Mehmet’in fethettiği, Yavuz Sultan Selimin valilik yaptığı ve Kanuni Sultan Süleyman’ın doğduğu şehir olan Trabzon yine Anadolu'daki en eski tarihe sahip yerlerden biri. Yunan mitolojisine göre bu kenti Lykaon’un oğlu Trapezeus kurduğu için Trabzon adı verildiği söylenirmiş. Trabzon denince akıllara ilk fıkralardaki Temel ve Dursun gelir,aslında lazlar Dogu Karadeniz artvin ve Rize tarafında yaşarlarmış,burayı tanıdıkca bu fıkralardaki karakterlerin ve yaşananların gercek olduğunu anlıyor insan:) Tezcanlı,hazırcevap ,biraz atarlı,kendinden özgüvenli,canayakın buraların insanı.Bordo maviye aşık,Bize Her Yer Trabzon diyecek kadar fanatik...
Cografik olarak zor bir konuma sahip buralar,şehir deniz kıyısına kurulmuş ama dik yamaçlarla çevrilmiş,düz olan kısımlarının ıse zaten coğu doldurulmuş,dağları yemyeşil sık ormanlarla kaplı,havadan bakıldığında evler dağlara serpiştirilmiş gibi,çoğu yerde evler yanyanadır,birlikte kurulmuştur ama burada aksine,uçsuz bucaksız cay bahcelerinin arasında evler tek başına kalmış gibi,buralarda yaşayan insanların ise doğayla mücadelesi gercenten takdiri hakediyor,bir keresinde yaylaya cıkarken hiç abartmıyorum 60 yaşlarındaki bir ninenin sıtında çalı çırpıyla yukarıya tırmanışı gözümün önünden gitmiyor açıkçası... Buraya defalarca gelmeme rağmen adını şimdi unuttuğum bir yaylaya,Sümela Manastırına ve Uzungöle gidebildim,şehir merkezinde ise uzun uzun dolaşma,insanları az da olsa tanıma ve buralara özgü muhteşem yemeklerini tatma fırsatım oldu buna rağmen Trabzonda kiliseler,eski camiler,hanlar,hamamlar,yaylalar,köşkler oldukça fazla,belki bir gün yine yolum buraya düşerse buraları tamamlayabilirim İlk olarak Sümela Manastırından bahsetmek istiyorum ,ne zaman gittiğimi hiç hatırlamıyorum ama cok güzel bi ekiptik,araba kiralayıp yollara düştük,manzaralar harikaydı açıkçası,insanı büyülüyor...
Trabzon’un Maçka İlçesinde Karadağ’ın eteklerinde sarp bir kayalık üzerine kurulmuş olan Sumela Manastırı, halk arasında “Meryem Ana” adı ile anılıyor. yapımının 1200lu yıllar olduğu sanılıyor,Vadiden yaklaşık 300 metre yükseklikte bulunan yapı, bu konumuyla manastırların şehir dışında, ormanlarda, mağara ve su kenarlarında kurulma geleneğini sürdürmüş.Meryem Ana adına kurulan manastırın “Sumela” adını “siyah” anlamına gelen “melas” sözcüğünden aldığı söyleniyor. Bu ismin manastırın kurulduğu koyu renkli Karadağlar’dan geldiği düşünülse de , Sumela kelimesi buradaki Meryem tasvirinin siyah rengine bağlanıyor.Biz gittiğizde bir kısmı tadilattaydı ama yine de daha önce gördüğüm hiç bir manastıra benzemıyordu açıkçası...
Manastırın içindeki freskler ise çoğu yere göre malesefki kültür mirasımızın değerini iyi bilen kıymetbilir (!) halkımız tarafından üstüne karalamalar yapılmış,yazılmış,çizilmiş,böyle şeyleri görünce sinirden gözümden yaşlar geliyor,bunları yapanların evine gidip benim de aynı şeyleri yapasım geliyor,bu yapılmamalı yüzlerce yıl ayakta kalmayı başarabilmiş şeylere,bunları görmeye bizim çocuklarımızın da hakkı var
Havanın kararmaya başladığını görünce yavaş yavaş şehire dönüyoruz ki yollarda şu manzaralar bizi karşılıyor
Bu çayın içimine doyum olur mu bilinmez...
işte sevgili ekip arkadaşlarım...
Trabzonun bir başka simgelerinden biri ise nam-ı değer Uzungöl,buraya yine çok güzel bi bahar gününde ekip arkadaşlarıyla birlikte araba kiralayıp gitmiştik.Trabzon’a 99 Km, deniz seviyesinden 1090 m. yükseklikte bulunan Uzungöl, dik yamaçları ve muhteşem orman örtüsü ile Alplerin güzelliğini geride bırakmakta. Vadinin ortasında bulunan ve yamaçlardan düşen kayaların Haldizen deresinin önünü kapatmasıyla oluşmuş göle “Uzungöl” diyorlar Buranın yakınındaki “şerah” köyünün yöreye uygun tarzda yapılmış eski ahşap evler doğanın güzelliğini tamamlıyor. Çevrede trekking, kuş gözlem, botanik amaçlı turların yanı sıra daha yükseklerdeki dağlarda yaylalara çıkılıyor.Bizim gittiğimzde karlar yeni erimeye başlıyordu,biz de derenin kenarındaki bir restoranda buraya özgü muhteşem leziz alabalık, karalahana çorbası,turşu kavurma yiyerek aktivitemizi tamamladık :))
Yurdumun her köşesi başka güzel,bunu başka ülkelere gidince çok daha iyi anlıyor insan,biz sadece kıyıda köşede kalmış olarak görülüyoruz malesef,elimizdekileri pazarlamayı bilmiyoruz,reklamına daha yeni başladık,Brüksel de minicik bir işeyen cocuk heykelini görmek için turistlerin nasıl yarıstıgını gorunce anlamıştım bunu,adamlar minicik bir heykelle turist cekiyorlar koskoca ülkeye,pazarlamayı iyi biliyorlar çünkü,neyse bu konuda daha çok yolumuz var sanki biz dönelim Trabzona,Karadenizin doğasında insan huzur buluyor,nefes alıyor,yaylalarda özgürlüğük hissinin dehşet enerjisine kapılıyor,kendini dinliyor biraz...Yemekleri de aklını başından alıyor resmen,Akcaabat köftesi,buraya özgü pide,karalahana corbası,dolması,turşu kavurma,kuyumak değik lezzetler arayanlar için alternatifler aklınızda olsun derim :)))

25 Ocak 2013 Cuma

Ege'de bir güzel FOÇA....

Ege, Ege, Ege demişken,zaten deli gibi de Ege'yi özlemişken,hazır bana gore sabahın körü denılebılecek bır saatte de kalkmışken, geriye sıcak bi kahve eşliğinde Foça'yı yazmak kalıyor:)) Çoktandır aklımdaydı burası,yıllık ıznımde Ayvalık,Bergama derken hoop kendımızı Foça sapagında buluyoruz,sapaktan içeri döndüğümüzde kışın bile insanı rahatlatan,huzura doğru götüren bir dağ yolunun keyfini çıkara çıkara Foça'ya varıyoruz. Bütün Ege’de eski dokusunu nisbeten de olsa koruyabilmiş az sayıdaki sahil yerleşimlerinden birisi Foça. Eski ve Yeni Foça olarak iki bölgeye ayrılmış. Korunmuş olanı Eski Foça.ilk görüşte bayıldım bu cici kasabaya,ilk intiba iyiyse gerisi de iyi olarak gider bende, denize bakıyorsunuz önde balıkça tekneleri, arkada mavi ve ötede küçücük adacıklarla güzeller güzeli bir koy. Karaya dönüyorsunuz daracık taş sokakları, eski evleriyle güzeller güzeli kasaba hemen içine çekiyor sizi.
Foça'nın tarihine bakınca MÖ. 600 yılında Phokaia’dan gelen denizciler tarafından kurulmuş,yaman denizci olan Phokaialılar Mısır ve İonia kentleri arasında ticaret köprüsü kurmuşlar. Bugünkü Lapseki ve Samsun’u onlar kurmuşlar, bitmemiş Akdeniz’de İtalyada, İspanya’da, Mısır’da ve Fransa Marsilya'da koloniler kurmuşlar,Marsilyanın tarihini okudugumda öğrenince cok şaşırmıştım. Aynı zamanda kültürlerini de taşımışlar gittikleri yerlere. Fransa’ya alfabeyi götürmüşler, Akdeniz’in birçok kıyısına zeytinciliği yaymışlar. Foçalılar kentlerini şimdilerde nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan sevimli Akdeniz fokları ile simgeleştiriyorlar ,her yerde fok resmi ve amblemi vardı,bir de buralara sık sık ugradıgı soylenılen Badem ismindeki fokun bunda etkisi büyük sanırım
Sokaklarında dolaşırken insanlarının ve ensanfın ne kadar canayakın ve yardımsever oldugu da gçzden kaçmıyor açıkcası,ıskelede sıra sıra balık restoranlar var ve burada yediğimiz balığı bu yazın yediğim en lezzetli levrek olarak ilan ediyorum:= salatası da ayrı güzeldi açıkcası
İşte kasabanın merkezinde bulunan yaman denizci Phokailara istinaden bir anıt
Yine sokaklarında dolaşırken kendimizi bir anda Beşkapılar'da buluyoruz,burası Osmanlı dönemi kalesinin kayıkhane bölümüymüş,buradaki yazıta göre Kanuni Sultan Süleyman zamanında 1538-1539 yıllarında onarım görmüş
Yine dolaşırken Fatih Camiini buluyoruz,burası Foça'nın Türk dönemine ait en önemli yapısıymıs ki adından da anlaşıldığı üzere Fatih sultan Mehmet tarafından yaptırılmış
İşte bi kaç güzel manzara daha Foça'dan...
Kasabaya tepeden bakan yel değirmenlerinde güneşi batırarak son görevimizi yerine getirmiş oluyoruz böylece,hoşçakal Foça,bir gün yine görüşmek üzere:)))

24 Ocak 2013 Perşembe

EGE...

Ege'den uzak galdığında boğuluyor olmak... her sabah yerini tutmasa da, belki bir nebze hatırlatır diye, zeeetin yağına ekmek banmak... Gittiğin uzak yeelerde bile hemen bir Egeli arkadaş bulmaya çalışmak... Enginarı, şevketibostanı, gelinciği, semizotunu, ebegümecini özlemek... biyerlerde harmandalı, kerimoğlu , çökertme çalmaya başladığında yüreği titremek, belki de çaktırmadan hüngür hüngür ağlamak... Ege insanı güneşle birlikte yaşar, güneşin sıcaklığını hayatına yansıtır. Egeliler ancak beden olarak uzaklaşabilir bu bölgeden, ruhları ise hep burada kalır ve buraya dönmek arzusuyla yaşarlar gittikleri en uzak yerlerde bile. Ege vazgeçilmeyecek bir sevdadır EGE'linin yüreğinde...!!!

23 Ocak 2013 Çarşamba

Elif Şafak Firarperest'ten...

İnsan ki eşrefi mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek, aşkı keşfetmek, dünyayı keşfetmek, Öteki'ni keşfetmek...Çakılı kalmamak sırf alışkanlıklardan ötürü demir attığın koylara. Çıkmak oralardan, geçmek dalgakıranların beri tarafına, bilmediğin memleketlere varmak, tatmadığın yemekler yemek, sözlerini anlamadığın şarkılarla içlenmek, risk almak, dağılmak, parçalanmak ve hasret çekmek buram buram, gurbetin tadına bakmak ve kendini yabancının gözünden görmek, şaşırmak yeniden, şaşırma kabiliyetini hiç yitirmemek...

13 Ocak 2013 Pazar

“ama gerçek yolcular gitmek için giderler; yürekleri balonlar gibidir, hafifçecik, ve niçin olduğunu bilmeden gitsek derler yazgıları önünde boyunları hep eğik Charles Baudelaire

12 Ocak 2013 Cumartesi

MARSİLYA...

Pek cok ınsanın aksıne 13 rakamının uguruna inananlardanım aslında,o yuzden 2013 bana ugur getırecek eminim dedim ve acılısı Marsilya yatı ile yaptım:) Pegasus sagolsun ufkumu genısletmeye devam ediyor,bu işin en güzel yanı zaten bu yoksa sabah 4te işe gitmek pek de öekilir bişi değil aslında... Yatının bir gün sonra oldugunu düşünüp tam uykuya dalmiştım ki telefon çaldı ve apar topar kendimi havaaalanında buldum,nasıl hazırlandım,valize ne attım hiö hatırlamıyordum bile,neyse önemli olan yatıyı kacırmamaktı çünkü Marsilya'ya bayıldım... Sabah indik ve Nov Otele gittik,ekip bi kac saat uyudu ama ben onları bekledim ve nihayet attık kendimizi dışarı,bu sefer yıne 3 fıremiz var ekipten,sadece Nevzat kaptan ve Tugba vardı,taksıyle sehir merkezine indik ve ilk şu manzara karşıladı bizi..
Marsilya'ya genel olarak baktığımızda Avrupa'nın 3.,Fransa'nında en büyük liman şehri,ben biraz İzmire benzettim,küçük bir körfezi var kendi içinde ve binlerce yatın demirlediği marina haline gelmiş burası,yaklasık bir milyon nufusu var ama bu nufusun cogu yabancılardan oluşuyor,eski fransız sömürgelerinin bulunduğu Afrika'ya coğrafi yakınlığından kaynaklanıyor bu aslına bakarsanız,Kuzey Adrikalı,arap gçcmenler deniz yoluyla yıllardır buraya göç edip bu şehri Akdeniz'den cok biraz arap biraz da Afrikalı yapmış...
Bu karmaşık nufus aslında burayı canlandırmiş,ben daha donuk bekliyordum fransızları ,belkı de güneyin etkisinden olsa gerek insanlar gayet sıcakkanlıydı... Marinanın karsısında şirin mi şirin sabuncu dükkanları vardı,Provence bölgesinin ünlü lavanta tarlalarından elde edilmiş misss gibi rengarenk sabunlar harikaydı
Birkaç dükkan sonra ise meşhuuur şarap dükkanlarına ugradık, gercekten Türkiye'ye göre bu kadar kaliteli şarapların bu kadar ucuz olması insanı şaşırtıyor
Bir de şu şirin mi şirin dükkanı es geçmek ayıp olurdu herhalde:)
ve boylelikle şehrin merkezi Eski Liman denilen Viex Port'a gelmiş bulunuyoruz,ne güzel tesadüf ki Avrupa'nın yılda iki kez olan büyük indirimine denk gelmişiz,kendimizi bi an alışveriş çılgınlığının içinde buluyoruz,herşey yarı fiyatına düşmüş ama yine de fiyatlar Türkiye'ye gore pahalı,işte meydandan renkli kareler...
bu kadar gezince karnımız acıktı ve yine eski limandaki denize karsı sıralanmıs restoranlardan birine attık kendimizi,Marsilya deniz urunleri konusunda kendini aşmışlardan,her sabah eski limanda balık pazarı kuruluyormuş,biz yetişemedik tezgahlarını temizliyorlarlardı,istridye ciğ geldiği için cesaret edemedim ama levrekten tattım harikaydı
Genelde otobüslerle yapılan şehir turu burada şirin bir mavi trenle yapılıyor,Marsilya'yı kesfetmenın en ıyı yolu bu trenle dolaşmak.İste yukarı cıkarken yakaladığım bir kaç kare...
Yine Marsilyanın simgelerinden kısa bir tekne yolculuğu ile ulaşabileceğiniz Chateau d’If eski bir hapishane. Ancak daha önemli yanı Alexandre Dumas’ın dünyaca ünlü romanı Monte Kristo Kontu’nda yeralan hapishane olması. Şu anda ise siyasal suçlular ikamet ediyor...
Mavi tren bizi son durak olarak Marsilya'nın simgelerinden Basilique Notre Dame de la Garde, yani meşhur Notre Dame Kathedrali'ne cıkarıyor,burası şehre limanın güneyindeki bir tepeden bakıyor.Marsilya manzarası muazzam, karşınızda uzanan Akdeniz, limandan çıkan dev yolcu gemileri ve muhteşem bir Marsilya manzarası size sanki alçaktan uçan bir uçaktaymışsınız hissini yaratıyor
Marsilya'yı genel olarak begendım,zaten deniz olan bir yeri begenmemek mümkün degil benim için,deniz olsun yeter...Eczaneden ilac alırken söylediğim hapı bulmak için seferber olmaları,alışveriş yaparken hangisi daha güzel diye kadınların gelıp gelıp bana soru sormaları,taksicilerin gayet muhabbet ve yardımcı olmaları bile insanlarını sevdirdi,ama tahmin ettiğim gibi tipik Avrupa benim için heryer aynı Avrupa'da, daha güneylere inmek lazım daha güneylere... Buraya kadar gelmişken mavi trene binmeden,lavantalı sabublarından satın almadan ve deniz urunlerini tatmadan gelmeyin derim :)))